Ord.Prof.Dr. Cahit Arf Üzerine

Bilimsel tutkudan bilim felsefesine

Cahit Arf'ın Çukurova Üniversitesi'nde verdiği "Matematik, Bilim ve Sanat Nedir?" konulu konferansı

 

Doç. Dr. Onur Bilge Kula Çukurova Üniversitesi Eğitim Fakültesi (Ek: Şuanda Mersin Üniversitesinde Prof. Dr. olarak çalışmaktadır.)

    Cahit Arf, seksen yaşında.Bedeni yaşlı. Yaşlı beden, delikanlı bilinci taşımakta zorlanıyor. Buna karşın, doğada, toplumda ve insan bilincindeki her oluşu, neden-sonuç ilişkisi ve karşılıklı etkileşim çerçevesinde açıklayan Arf'ın bilimsel yöntemi, beden bilinç bağlamında doğrulanıyor sanki! Arf'ın bilinci, bedenini olumlu etkiliyor; dinç ve direngen olmaya zorluyor. Cahit Arf, Çukurova üniversitesinde(Aralık 90) "Matematik, Bilim ve Sanat Nedir" konulu bir konferans verdi. Arf, salt konferans vermedi; bilimci, bilimci nasıl olmalının örneğini de verdi. Olgu ve oluşları bilimsel olarak anlamak için harcanan anlatımsız emek ve özverinin bireysel ve toplumsal mutluluğa dönüşmesinin öyküsüydü Arf'ın konferansı. Konferansta tuttuğum notları Prof.Arf'ın, biçimsel özelliklerini bozmamaya özen göstererek bütünleştirdim. Bilimsel düşüncelerini katkısız yansıtmaya çalıştım. Olası küçük noksanlar, benden kaynaklanmıştır. Okuyucunun bilmesini ve hoşgörüsünü diliyorum.

    Sayın Arf'ın yukarıdaki konuya ilişkin düşüncelerini sunuyorum:

    Yaşlılar, edinebildikleri deneyimleri, bilinçlerine yer eden düşünce biçimlerini mutlak doğrular olarak sunmaya eğilimlidirler; buna hakları olduğunu sanırlar.

    Üniversite, salt mesleki nitelikler kazandıran bir okul değil, yaratıcı düşünce yetenek ve alışkanlıkların geliştiği bir ortam.

    Yaratıcılığın kaynağı, olağan dışı olanı denemeye cesaret etme ve onu öğrenme isteği.

    Bellemek, en tehlikeli etkinlik. Bellemek değil, " yeniden keşfetmek" önemli. Yeniden keşfetmek, bilgileri sorgulayan, eleştiren tutumun ürünü. Böyle bir yaklaşım, neden sonuç ilişkisi ve bağıntıların oluşturulması, bilgilerin sistemleştirilmesi sonucu gelişir.

    Bilgi birikim oluşması, birey ve toplum yararına kullanılması denetlenmeli. Ancak denetimin yöntemi sınav olmamalı.

    "Öğrenci" sözcüğünü sevmiyorum; o nedenle genç insanlar demeyi yeğliyorum.Genç insanlar, üniversitede neyi öğrenecekler? Bilimin nasıl oluşup işlediğini. Peki bilim nasıl oluşur?

    Bilim nasıl oluşur?

    Benim düşünceme göre şöyle:İnsan, doğadaki bütün canlılar gibi varoluş nedenlerini yaratma ve koruma eğiliminde. Koruma, durağan değil,süreğen.

    Doğanın iç düzeni dengeye dayanır. İnsan doğayı etkiler; etkilemek için gerek duyduğu enerjiyi doğa varlıklarından alır. Bu alma, dengeyi bozar; çatışmalara yol açar. Çatışmalar karşılıklı etkileşim içinde çözümlenir.Bu esnada doğa iç düzenini, dengesini yeniden oluşturur. İnsan doğayı bozar; doğa kendisini onarır. Bu, sürüp gider.

    İnsanlar yaşam alanlarını biçimlendirirken tepki gösterirler. Bu tepki, itme, çekme ve öbür çeşitli duygulanımlar biçiminde gerçekleşir. Tepkinin sonucu mutluluk veya mutsuzluk olabilir.Bu iki olay, korunum güdümünün sonucu. Mutluluk veren şey, iyi; mutsuzluk veren şey ise kötü diye nitelendirilir.

    Belirttiğim çalışmaların çözüm süreci, bilginin oluşumu sürecidir.

    Duygu ve istemlerinde istençli ve bilinçli olan insan algılarını ayrımlaştırıyor, dizgeleştiriyor. Algılar izler bırakıyor.İzler yoğunlaşıyor ve bilinç parçacıklarına dönüşüyor. Yaşantılar ve izlerin sonucu örneğin insan, çiğ ve kızarmış pilici ayırt ediyor. Etkileşimlerin bazı yönleri neden-sonuç ilişkisi çerçevesinde kavramlara dönüştürülüyor.Yaşantıların ve algıların farklılaştırılması onlara ilişkin tepkilerin ayrımlaştırılmasına neden oluyor.Kanımca bilim böyle başlıyor. A, A' yu; A', A'' yi ; B, B'' yi doğruluyor. Böyle bir sonuçlar, hatta çatallı sonuçlar dizisi oluşuyor. Bu zincirler çoğalıyor. uzuyor. Fakat zamanla insan beyni bu çoğalmaya ayak uyduramıyor. İç etkileşmeler yorulma olayına yol açıyor. Bellek duruyor, işlemiyor. Böyle olunca gelişme olmuyor. Bu durma, yeniden işleme, doğada hiç bir olayın düz bir çizgide sürüp gitmediğini gösteriyor.

Dili çevre renklendiriyor

    Bu arada başka bir şey oluyor: Dil oluşuyor; dili doğal çevre renklendiriyor. Seslerin değil, kavramların başkalığı diller arasındaki farklara yol açıyor. Dil, seslerden oluşan sembol takımı. Ses, yitip gidiyor; insan onları saklamaya çalışıyor. Bu işlemlerden yazı doğuyor. Bu geliş(tir)me süreci yoğunlaşıyor. Algılardan kavramlar gelişiyor; dil çeşitleniyor, büyüyor. Dil böylece kavramlar arasındaki ilişki ve bunların aktarımını olanaklı kılacak karmaşık dizgeye dönüşüyor. Dil ürünleri yazı ile saklanıyor, çoğalıyor, günümüze ulaşıyor.

    Hitit, Sümer, Mısır, Yunan, Mezopotamya vs. gibi uygarlıklar bu sürecin halkalarını oluşturuyor.

    Bilim, kavramları bulup kayıtlara geçirme işlemi. Nedenleri, sonuçları ortaya çıkarma etkinliği. Her kaydın geriye dönük bir yönü var. Olgu ve olayların süreçselliğinin kaynağı burada yatıyor. İnsanlığın gelişim sürecinin ilk aşaması da dahil, bütün aşamalarda bilimin önkoşulları yaratılıyor.Fekat (bu sözcüğü Hoca'nın biçeminin tadını vermek için bir kez olsun aynen aldım.) bilim ancak Antik Yunan'da dizgeli bir yapı kazanıyor. Birbiri ile ilintisiz algılar dizgeleştiriliyor.

    İlk oluşan kavramlar arasında sayılar var. Miktarın belirlenmesi gereksinimi, bu duruma neden oluyor.

    Aktarım, sağlamak için kullanılan nesneler çok çeşitli. Bunlar arasında ilk akla gelenler, ağaç, kağıt, taş, vs.

    İnsanın tahammülü az. Bu, tümevarımcı düşünme sürecini başlatıyor. Nede-sonuç ilişkileri zincirini kavrayabilmek için bir kurala gerek var. Tümevarımcı düşünme biçimi kuralın ilk ve önemli aşaması.

    Bu, matematiğin birinci kaynağı. Matematiğin ikinci kaynağı şöyle ortaya çıkmış: Yunanlılar, denizci ve balıkçı insanlar. Gemilerinin yerlerini bilmek istiyorlar. Bu gereksinimi gidermeye yönelik nokta, doğru, düzlem vs. gibi birtakım geometrik kavramlar oluşturuyorlar.

    Giderek daha kapsamlı gelişmeler oluyor. Örneğin Thales, bulunulan noktadan uzakta olan nesneler arasındaki uzaklıkları belirlemeyi olanaklı kılan teoremi geliştiriyor. Dik çizgiler kullanılarak uzunlukların belirlenmesi Pitagor ile daha yetkinleşiyor.

    Sayı, ağırlık, sayılabilen nesneler dışındaki şeyleri düşünme, hız, ivme, yük, ısı gibi kavramların dizgeleştirilmesi fizik ve kimya gibi bilim alanlarının oluşmasını ve yerleşmesini sağlıyor. Newton, fiziğin gelişmesine önemli katkılar yapıyor.

    Bütün bunlar giderek uzayan neden-sonuç ilişkisi içerisinde gelişir. Gelişmeler öyle hızlanır, çoğalır ki insanlar onları izleyemez olur.

    Descartes, nesnelerin sayısal sembollerin organize biçimde yerleşmesi bilimi; bu da örneğin, fiziği, kimyayı yaratır.

    Bilim, esas itibarı ile fiziktir. Matematik ise bilimi organize ettiğimiz soyut model. Fizik bu yüzyıla değin determinist; yani " A olursa, B olur" şeklinde idi.

    Fakat bu yüzyılda farkına varıldı ki bazı olaylar bu dizgeye uymuyor. Bu durum, fizikte belirsizlik yarattı. Matematikçiler bu belirsizliği " olasılıklar yöntemi" yardımı ile gidermeye çalıştılar.

    Kimya, tam gelişmişlik yönünde ilerliyor. Biyoloji de öyle.Bizi dolaysız etkileyen makro düzeyde gerçekleşen olaylar.Makro olaylardan kastım, çok tekrarlanan olaylar, bir maddede sürekli yenilenen olaylar. Bu tür olaylar, o madde için determinist, yani belirleyicidir.

    Mikro olaylar, doğrudan algılanamazlar. Bunlar bir başına algılanamadıklarından dolayı doğurguları, " olasılık kurallarına" göre öbeklendirilir. Biyolojik olaylar bu türdendir ve henüz matematiksel olarak işlenmemiştir. Matematikleşmeleri için neden-sonuç ilişkilerinin bilinmesi ve modelleştirilmesi gerekir.

    İnsanları uyaran düzenlilikleri ancak istatistik yoluyla, bu nedenle de " olasılık hesabı" yoluyla belirlenir. Bunun için tekil gözlemler yetmez; kitle gözlemleri gerekir. Bu savı politik alandan bir örnekle açıklamak isterim: Karl Marx, sınıf savaşımı kuramını geliştirdi. Ruslar bu kuramı denediler, başaramadılar. Şimdi burada sorulması gereken soru şu: Karl Marx'ın kuramı yanlış mı? Bence yanlış değil, eksiktir. O nedenle Ruslar başarılı olamadılar.

Bir fizik olayını açıklamak için birçok etmeni hesaba katmak, kullanmak zorundayız. Fizik, doğa yasalarına ilişkin kavramlarımızı oluşturdu; kuantum fiziğinden olasılık fiziğine geçebildik. Fizik olayını açıklamamızı sağlayan etmenler ve düzenlilikler var. Toplumun bu tip davranışlarını ölçmeyi olanaklı kılacak böyle bir yasa ve kural yok. Toplum olaylarında etmenler ve neden-sonuç ilişkileri çok karmaşık. Genel geçer savlar üretmek zor. Fizikte bile bir tek faktörle bir olayı açıklayamayız. Sayısız etken var.

    İnsanların davranışlarına, doğrudan algılayamadığımız, mikro olaylar neden olabilir. İnsanlar için sınıf savaşımı, yaşamı iyileştirme savaşımı bir etkendir.Ama bunun ötesinde insanların sezgileri, beğenileri yetenekleri ve yönelimleri var. Bu etmenlerin hepsini hesaba katmadan, kullanmadan toplumsal oluşlara ilişkin kesin bir şey söylemek neredeyse olanaksız.

Olasılık fiziğinin daha da gelişmesi ve bu alanda edinilen bilgilerin kullanılması sonucu yaşayan olgular ve süreçleri ve makro olayları daha iyi tasnif edebileceğiz. İnsan yaşantı ve deneyimleri; 1) algıların ayrımı ve kaydı, 2) algıların modelleştirilmesi, 3) modellerden sonuç çıkarma, yani teknoloji yaratma aşamalarından geçerek bilimsel bilgi durumuna gelir.

    Fikrimce, bilimin bu üç aşamasının üçü de aynı ölçüde değerli. Fakat yalnız biri üzerinde durmak, öbürlerini ihmal etmek hata olur.   

    Bilim adamı (kadını) kim?

    Bilimci, bilimsel bilgi yaratma sürecinin ilk iki aşaması ile uğraşan kimse. Bilimcinin algısı sıradan insanın algısından farklı. Bilimci algıları kavramlaştırır. İleri aşamada bilimci algılarını modelleştirir.Deneyci fizikçiler buna iyi bir örnek. Kuramsal fizikçiler, deneycileri, onların bulgularını modeller. Model yaratan kişi insanlığın işine yarayacak işler yapar. Kişiyi bilimi yapmaya iten nedir? Çeşitli etmenler var. Bazıları için para kazanmak için motivasyon.Bir kısmı da parayı hiç düşünmez, salt bilim yapmayı düşler.

    Ben meslek seçerken çevrenin etkisindeydim.Kimyacılığı düşündüm.Çok para kazanacağımı hesaplıyordum.Herkes işe basit bir motivasyonla başlar. Sonra oluşan sistem insanı sürükleyip götürür. o dizgeler içerisinde yaşamak insanı mutlu eder. İşte bilim yaratma sürecinde harcadığı emekten dolayı mutluluk duyan insan, bilimcidir. Birilerini para, birilerini bilim adamlığı mutlu eder. Örneğin Diesel, patlayan motoru bulmuş ve mutlu olmuş. ama pek para kazanmamış. fakat o kısmı, onun varisleri tamamlamış.Onlar kazanmış parayı. Sonuç olarak şunu söylemek istiyorum. Yüzyılların oluşturduğu bilimsel modelleri bilincine yerleştiren ve onları tutku ile anlayan ve kullanan insan gerçek bilimcidir.

    Üniversite'nin ilk hedefi işte bu çeşit bilimci yetiştirmek. İkinci hedefi ise bilimci düzeyine ve tutkusuna yakın teknologları yetiştirmek.

    Gençler, yaşam gücü ve bilimsel bilgiyi anlamanın verdiği mutluluktan çok, meslek edinmek için üniversiteye geliyorlar.Çoğu bilimsel mutluluğu hiç tadamıyor.Bu eğilim biçimi 70 lerden sonra baskın eğilim oldu. Üniversite böyle bir eğilime araç olmamalı. Birçok genç, sözlerime alınmayın lütfen, bilgisayarlarla, otomobillerle hokkabazlık ediyor; eğleniyoruz diye tepiniyor, müzik diye gürültü dinliyor.

    Geriye bakınca şunları düşünüyorum: Anlamaktan duyulan mutluluğa ulaşabilmek 2. Dünya Savaş'ından sonra zorlaştı. Bütün ülkelerde bilimden mutluluk duyan insan sayısı azalıyor.Her ülkede bu hastalık var. Fakat bizde çok yoğun.Gençler size söylüyorum. Alanınıza tutku ve anlama hırsı ile sarılın, diploma için değil! Şimdi de sanata ilişkin birkaç söz söylemek istiyorum.

 Gençler size söylüyorum. Alanınıza tutku ve anlama hırsı ile sarılın, diploma için değil!

Sanat bilimsel etkinliğin ilk aşamasında bulunan insana çok yardımcı olur. Sanatçı, evrenin sonsuzluğu içerisinde seçtiği bazı şeyleri sadık bir şekilde belirler ve aktarır. Sanatçının işlevi bir bakıma algılarımızı yakalayıp görülür biçime sokmaktır; onları estetik ve dizgesel olarak somutlaştırmaktır.

    Bilimsel mutluluktan söz ettim. Tutkudan söz ettim. Tutku çoğu sanatçıda belirgin şekilde var.

    Sanatçı derece farklılıklarını sezendir.Yenilemeyen sınırlılıkları aşmaya çalışandır. Bilimci de bir bakıma öyle.

    İnsanın en çok çekindiği şeyin tersi olursa, insan o zaman mutluluğun zirvesine ulaşır. Sanatçı, insana ölümsüzlük izlenimi veren olgu ve olaylara estetik bir gözle bakar.

    Bu duyumlama nasıl oluşuyor? Hangi olaylar sınırsızlık izlenimi yaratıyor. Bunu aramak, zannediyorum, güzelliğin temel kaynağı. Ufuk çoğunca berrak ve sonsuz uzanır. Bunu gözlemlediğimizde mutlanırız, değil mi?

    Süleymaniye Camiine bakınız. Minarelerin gökyüzüne uzanımı sonsuzluk izlenimi verir; bu da mutluluk uyandırır. İşte anlamak ve duyumsamaktan mutlu olmak başlıca sanatsal ve bilimsel güç kaynağı.

 Belleme hastalığı

    Biz tarihimizde geri kaldığımızı gördük. Ama nedenlerini anlamaya çalışmadık; Avrupa'nın yaptığını bellemeye çalıştık. Osmanlı, hiçbir zaman anlamaya çalışmadı. Bellemeye uğraştı. Bellemek ise yaratıcılık getirmedi.

    Şimdilerde de toplumumuzda belleme eğilimi öyle yaygındır ki çocuklarımızın bir şiiri ezberlemesiyle bile övünüyoruz. Bellemenin doğal sonucu ezberleme. Bunu yenip bilimsel bilgi yaratmaktan mutluluk duymaya başladığımızda gelişeceğiz. Bundan kuşkum yok...

    Arf Hoca'nın sesleri uçup gitmesin diye sözlerini yazıya döktüm. Çağdaş yönelimli Türk insanları ile paylaşmak ve mutlanmak için.

    Bu yazıyı Ord. Prof. Dr. Cahit Arf'ın bilimsel yapısının oluştuğu ortamları betimleyerek bitirmek istiyorum.

    Cahit Arf 1910' da Selanikte doğmuş. Liseyi ve Yüksek Öğretmen Okulu'nu Paris'te tamamlamış. 1933 yılında üniversite reformu sırasında İstanbul Üniversitesi tarafından doktorasını yapmak üzere Almanya'ya gönderilmiş. Göttingden Üniversitesi öğretim üyelerinden Helmut Hasse'nin yanında doktorasını tamamlamış. Bu çalışma sürecinde ünlü "Hasse-Arf Teoremi" ni yani " Arf Değişmezi" terimini geliştirmiş.

    İstanbul Üniversitesi'nde Ord. Profesörlüğe değin yükselmiş. 1964-65 arasında Princetonda'ki (ABD) Yüksek Araştırma Enstitüsü'nde araştırmacı ve California Üniversitesi'nde konuk öğretim üyesi olarak çalışmış. 1967-80 arasında ODTÜ Matematik Bölümü'de görev yapmış.

    Kuruluşundan 1971 yılına değin TÜBİTAK'ın Bilim Kurulu Başkanlığı'nı yürüten Cahit Arf, 1948 İnönü Armağanı ve 1974 TÜBİTAK Bilim ödülü'ne değer görülmüş.

    İstanbul Teknik Üniversitesi (1980), Karadeniz Teknik Üniversitesi (1980) ve Orta Doğu Teknik Üniversitesi'nin (1981) onur doktoralarını almış.

    Küme kavramlarının ve doğru çizgilerinin cebirsel denklemlerin çözümünde kullanılabileceklerini ortaya koymuş. " Arf Halkaları", " Arf Kapanışları" kavramlarını da geliştiren Cahit Arf, matematik çözümlerin mekanik problemlere uygulanmasının en iyi örneklerini vermiş ve ülkemizde genç bir matematikçi kuşağın yetişmesine belirleyici biçimde katkıda bulunmuş.

    Bu özyaşamöyküsü, Cahit Arf'ın bilimsel formasyonunun evrenselliğinin kanıtı. Türk, Fransız, Alman ve Amerikan kültür ve bilim ortamını tanımış. Arf türü insan, tanımakla yetinmez. O nedenle Cahit Arf büyük bir tutku ile anlamaya çalışmış. Bu kültürleri taşıyan dilleri öğrenmiş; geliştirdiği düşünceyi kavramlara dökerek bu dilleri kullanmış. Çok-dilli, çok-kültürlü ortamlar, çok boyutlu bilimsel yapının oluşumuna yol açmış.

    Tür bilim çevresi, olumlu tekil örnekler dışında, son on yılda belirgin bir vasatlaşma eğilimi içine girdi. Gerçi Sayın Arf, YÖK'le birlikte yükseköğretim kurumlarının ortaokullaştığı kanısında; ama bence vasatlaşmanın tek nedeni YÖK değil. Sıradanlaşmanın getirdiği düşünsel ve bilimsel yalınkatlık, rahatlık olarak algılandı. Çoğunluğun vasatlaşması, çoğu bilimcilerce bireysel tembelliğin sorgulanmayacağının güvencesi olarak görüldü. Bilinçli ve veya bilinçsiz desteklendi. O nedenle bilimsel yaratıcılığı körelten sadece yükseköğretimi, bilim kurumlarını kuşatan yasal çerçeve değil; özeleştiriden yoksun tutum da önemli bir olumsuz etken. Bilimciler bu olumsuz yönlerini aşmadıkça bilimsel özerklik istem ve çabaları yetersiz kalacaktır.

    O nedenle Arf örneği böyle bir ortamda nedenli vurgulansa azdır...